READING

Stranger Things üçüncü sezon değerlendirmesi: kliş...

Stranger Things üçüncü sezon değerlendirmesi: klişe ve yavan

İlk sezonuyla büyük ses getiren Netflix yapımı Stranger Things, ilginç hikâyesi ve nostaljik yapısıyla varlığını sürdürmeye devam ediyor. İzlenme rekorları kıran dizi, ilk çıktığından bu yana büyük bir ilgiyle takip ediliyor. The Duffer Brothers’ın büyük emekleriyle şekillenen dizinin başrollerinde Winona Ryder, David Harbour, Finn Wolfhard, Millie Bobby Brown gibi isimler yer alıyor. Genç oyuncuların enerjilerini de unutmamak lazım elbette. Onların doğal oyunculuğu sayesinde dizinin inandırıcılık seviyesi bir tık daha artıyor. Burada oyuncu seçiminin ne kadar önemli olduğunu fark ediyoruz böylece.

Hawkins’te yine kötülük yerinde rahat durmuyor. ABD ve Rusya arasında yaşanan Soğuk Savaş atmosferinden bizim çocuklar da nasibini alıyor bu sezonda. İkinci sezonda tam dünya dışı varlıktan kurtulduk derken bu sefer, nasıl olduysa bir parçasının hâlâ dünyada kaldığını öğreniyoruz. Bunu durdurmaya çalışan çocukların başına gelmeyen kalmıyor hâliyle. Bu süreçte grubun dağınık yapısının sezonun ana hatlarını şekillendirdiğini görüyoruz.

Joyce Byers’a hayat veren Winona Ryder’ın abartılı mimikleri bu sezon da varlığını sürdürüyor. Açıkçası bu kadının bu kadar abartılı mimik kullanmasına bir türlü anlam veremiyorum. Oyunculuk anlamında çok başarılı ama bunca mimiğe ne gerek var gerçekten? Karakterinin inandırıcılığını zedelediğini fark ettim izlerken. Oğulları ve yalnızlığıyla yaşam mücadelesi veren Joyce, endişeli bir anne profili çizmenin ötesine gidiyor bu sefer. Kimi zaman cesur adımlar atıyor, kimi zaman utancından ne diyeceğini bilemiyor. Bu sezonda ilişki anlamında daha açık olmasını bekliyordum ama kendi hayal dünyasında kalmayı tercih etti. Duygularıyla yüzleşmekten çekinen telaşlı ruh hâlini korumaya devam eden bir anneyi izledik.

David Harbour ise bu sezonun Rambo’su gibiydi. Hem bir baba hem de vatanını seven bir vatandaş olarak epey efor sarf etti. Harbour’un canlandırdığı kıskanç ve evladını koruma içgüdüsüne sahip klasik bir baba olan Jim Hopper, umursamaz tavırlarını bir kenara bırakıp özel hayatında ciddi adımlar atmaya karar vermişe benziyor. Risk almayı tercih eden Jim, bu sezon da hırçınlığıyla harmanlanmış öfkesini etrafına yansıtmaktan bir an olsun geri durmuyor. İlk sezondaki gibi etkili bir oyunculuğu olmasa da koruyucu ve cesur özelliklerini iyi yansıttığını düşünüyorum.

Çocuklara gelirsek… Bu sezon biraz daha büyüdüklerini ve buna bağlı olarak ikili ilişkilerinin değiştiğini görüyoruz. Oyunculuklarında herhangi bir gelişme olduğunu söylemekse ne yazık ki pek mümkün değil. Eleven (Millie Boby Brown) ve Mike (Finn Wolfhard) arasındaki duygusal bağ, bu sezon biraz daha güçlenerek varlığını sürdürüyor. Eleven’ın dış dünyayı tanımaya biraz daha hevesli olduğunu, ilk sezona nazaran cesur adımlar attığını görüyoruz. Dustin bu sezon her ne kadar gruptan ayrı kalsa da Steve (Joe Keery) ve Robin(Maya Ray Thurman Hawke) ile birlikte bambaşka bir maceranın içerisinde buluyor kendini. Uma Thurman’ın kızı Maya Hawke, Robin karakteriyle annesi kadar başarılı bir performans sergiliyor ve diziye yeni katılmasına rağmen sanki ilk sezondan bu yana hikâyede yer almış gibi hissettiriyor.Robin demişken, gür saçlı Steve (Joseph David Keery) bu sezon mizahi yönünü bir adım daha öne çıkarıyor.

Dizinin dönemsel havası, kullanılan renk tonlarıyla büyük bir uyum sergiliyor. The Duffer Brothers’ın gerek dizide kullanılan müzikler gerekse görsel efektler ile birlikte diziyi çok yüksek bir yere taşıdığını söylersek abartmış olmayız. Efektlerle birlikte güzelleşen atmosfer ister istemez çekici bir hâle bürünüyor. Dönem dizisi sevenler için bu şahane bir fırsat olabilir zira seksenlerin kimyası, müzik ve görsel efektlerle iyi şekilde yansıtılmış.

Konu anlamındaysa inanılmaz kısır bir sezonla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. İlk sezondaki gibi sürükleyici bir yapısı ya da ilginç diyebileceğimiz kıvrak şaşırtmacaları yok ne yazık ki. Klişe bir konuyu görsel efektlerle sunmanın ötesine geçemiyor. İlk sezondaki o iyi-kötü çekişmesi, acaba ne olacak merakı, kötülerle mücadele fikri bu sezonda maalesef yer almıyor. Çocukların büyümesiyle birlikte o büyülü atmosferden yavaş yavaş sıyrıldığımızı hissettim izlerken.

Kötü güçlerin yeniden kendini ortaya çıkarması ancak bunun çok kısıtlı bir alanda kendini belli etmesini de basit buldum. Senaryonun daha iyi hâle gelmesini beklerken karşımıza gereksiz ayrıntılarla süslenmiş bir sezon çıkıyor. Dizinin filmlere yaptığı göndermeler son derece iyi olmasına rağmen zayıf konu seçimi onun bu jestini kalıcı hâle getirmiyor ne yazık ki.

Dünya dışı varlığın insanları etkisi altına alıp gücüne güç katması bana 1989 yapımı Leviathan‘ı hatırlattı. Simgesel gücün dizide bu şekilde tezahür etmesi olayları ilginç bir boyuta taşımış. Canavar tıpkı Leviathan gibi insanlardan beslendikçe büyüyen ve güçlenen kötü bir varlık. Çocukların bu varlıkla mücadele edişini izlerken dizinin inandırıcılığını sorgulamadım değil. Hawkins’in kaderinin bir avuç çocuğun cesaretine bağlıymış gibi yansıtılmasını inandırıcı bulmadım. Güvenlik güçlerinin olaylara son anda dahil olması yanlış bir karar olmuş bence. Ortada 8-9 metre boyunda bir canavar ve ergenliğe yeni adım atan bir avuç genç var. Biraz destek alsalardı hiç fena olmazdı.

Bu sezonda ana hikâyenin ve karakterlerin birbirinden ayrı hareket ettiğini görüyoruz. Bağımsız görünen hikâyeler tıpkı bir yapboz parçası gibi ana anlatıyı şekillendiriyor. Yaşanan her olayın birbiriyle bağlantılı olması dizinin sürükleyici yapısını hızlandırsa da eski tadı bulamıyoruz. Çünkü dizinin genel hikâyesi kendi içinde inandırıcılığını yitirmiş. Gazetede çalışan Nancy’nin (Nathalia Dyer) maruz kaldığı baskıcı ve zorba tavırlar dönemin ataerkil yapısını gözler önüne sererken toplumsal cinsiyet konusunda ne kadar geride olunduğunu da gözler önüne seriyor.

Üçüncü sezonu izlemeye başlarken “Bu sezonda da kötülük olacak, çocuklar onlarla baş edecek ve kötülük yine kaybedecek” düşüncesi insanın zihnine yerleşiyor. Bu düşüncenin yerleşmesi dizi açısından hiç sağlıklı değil. Çünkü izleyicilerin merak duygusunun yok olması diziye olan ilgilerinin yitirmelerine neden oluyor. Stranger Things, bu sezon izleyici merakını canlı tutma konusunda sınıfta kalmış diyebiliriz.

Soğuk Savaş döneminin yansıtılması bir bakıma iyi olsa da ABD hayranlığını aşılamalarını itici buldum. Amerika’nın iyiliğine ve yüceliğine dair sürekli mesaj vermeleri ve Rusların hep kötü gösterilmesini sağlıksız ve son derece yanlı bir bakış açısı olarak görüyorum. Olaylara daha objektif yaklaşsalardı sonuç belki de daha farklı olabilirdi. Yine de Soğuk Savaş atmosferinden çocuklar da nasibini alıyor ve sezonun konusu şekilleniyor.

Bu sezonun en öne çıkan ismi kesinlikle Erica (Priah Ferguson). Küçücük bir kız olmasına rağmen oyunculuğu rol arkadaşlarının pek çoğundan daha başarılı. Gelecek sezon kendisine daha fazla rol verilirse hikâyenin mizahî yönü güçlenebilir.Korkunun dozu ise bu sezon bir nebze artıyor. Özellikle canavarın şekil değiştirdiği sahneleri izlemek bir hayli zordu benim için.

Sezon finaline baktığımızda klasik Amerikan filmlerini aratmayan bir sonla karşılaştık. Kayıplar, fedakarlıklar, ayrılıklar, kabullenişler birbirini kovaladı hep. İlk sezonun ardından yaşadığımız “Ben ne izledim şimdi?”hissi, finalle birlikte yerini “Eee? Bunun için mi izledim ben şimdi?”ye bırakıyor. Dizinin ne kadar klişeleştiği ve yavan bir hâl aldığı en iyi böyle açıklanabilir sanırım. Görsel unsurlar, kullanılan müzikler, kasabada yansıtılan dönem atmosferi son derece başarılı ancak bunu sezonun genel yapısı için söylemek çok zor. Beklentilerimi fazla karşılamayan Stranger Things‘in üçüncü sezonu sadece eğlenmek için izlenirse fazla göze batmayabilir.

Şimdiden keyifli seyirler…

MERT YILDIRIM / [email protected]


İLGİLİ İÇERİKLER

YORUMLAR BU YAZI İÇİN KAPALIDIR