The Irishman

Fotoğraf: netflix.com

(Sinema) Karakterlerle ilgiliydi; insanların karmaşıklığı ve birbirine karşıt ve bazen çelişkili doğaları, birbirlerinin canını yakma ve birbirlerini sevme ve birdenbire kendileriyle yüz yüze gelme biçimleriyle ilgiliydi.
Martin Scorsese

Hiç şüphesiz, hepimiz erkek olmanın verdiği o manasız yükü ara sıra sırtımızdaki çıkıntıda hissediyoruz. Bilinçaltımızdaki egemenlik, üstün gelme arzusu ve zayıflığı hakir görme gibi düşünceler duygu dünyamıza âdeta taş bir duvar örüyor. Bu düşünceler belki de özümüzdeki naif, kırılgan adamı bize yabancılaştırıyor. Büyüdükçe duygusal anlamda küçülmeye, asıl zayıflığımızı keşfedip bir yara gibi saklayarak taşımamıza ve nihayetinde duygusal manada yozlaşmış adamlar olup çıkmamıza sebep oluyor. Hiç şüphe yok ki duygularıyla yaşayan varlıklar, yani kadınlar, bizi anlamakta güçlük çekiyorlar. Scorsese‘nin neredeyse bir yıldır sinemaseverler olarak heyecanla beklediğimiz The Irishman’ini izleyince ilk olarak düşündüğüm şey tam olarak bu oldu; adına erkeklik dediğimiz, olmazsa olmaz kalıpların yükü altında ezildim.

Scorsese bu muhteşem öyküde aslında tek bir soru sormuş: Bir döngü içinde devirdaim eden bu amansız güç ve iktidar savaşından elimize geriye ne kalıyor? Bunu her ne kadar yozlaşmış, kalıplaşmış kabadayılar vasıtasıyla anlatsa da sinemasının kendine özgü diliyle sorusunu hepimize yöneltiyor. Git gide, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” aforizmasıyla ara bulmaya çalışan, büyük usta De Niro’nun canlandırdığı ana karakter Frank Sheeran’ın kızı Peggy tarafından bilinçli bir şekilde kâle alınmayışıyla ona günahlarını hatırlatışı, oradan oraya savrulan ve zaten hiç yokmuşçasına arka planda kalan ailesi, sürekli ağzında laf geveleyişi bu sorunun en güzel cevabı niteliğinde; hiç. Tabutunu kendin seçmek, hiç tanımadığı bir adamın refakatiyle işlerini halledebilmek, bir gece evinde yığılıp çaresizce çırpınmak, büsbütün bir yalnızlık, en acı vericisinden hem de. The Irishman bana göre bir yitirişin, bir çöküşün hikayesi.

Filmde politikada gevrek niyetine yutulan adalet, hizmet, sendika gibi klişeler bolca mevcut. Bunları en sık duyduğumuz karakter ise müthiş usta Al Pacino’nun canlandırdığı, canımızı dondurma çektiren Jimmy Hoffa. Amerikan mafyasının politikadaki hatırı sayılır etkisi, Hoffa’nın ne onlarla ne de onlarsız yapamayışı üzerinden gayet başarılı bir şekilde aktarılmış. Filmin içindeki ufak diyaloglardan ABD ve dünya tarihine damga vuran Kennedy suikastı, Kübalı isyancılar, ABD başkanlık seçimleri gibi olayların mafyanın uyguladığı aksiyonlarla meydana geldiğini seziyoruz. Tüm bu kurgu denemeyecek iddialar, pek tabii gücün gizden geldiğini henüz kavrayamamış mafya babalarının yaptırımları. Şu anda “beyaz yaka” olarak sade ve gözden ırak bir yaşam sürseler de Scoorse’nin bu öyküsündeki mafyalar, terör estirme bakımından altın çağlarını yaşıyorlardı. Goodfellas, Casino, A Bronx Tale’den en az birini izlemişseniz The Irishman’i çok farklı bir gözle ele alabilirsiniz. Jargon klişeleşmeden, kendini yenileyerek daha geniş bir yelpazede aktarılıyor bu filmde. “Hepsinin adı Tony değil mi?”

Tüm ekibin, başta Al Pacino’nun ikna etmek için ecel terleri döktüğü Joe Pesci, diğer tüm filmlerinin aksine bu filmde gayet ılımlı, olgun ve soğukkanlı bir karakter olan Russel Buffalino’yu muhteşem canlandırmış. Her yerde gözü kulağı olan, bütün yolların kendisine çıktığı bir arabulucu ve akıl hocasını canlandıran Pesci’den birkaç sahnede çıldırıp etrafa saldırmasını beklemedim değil. Lakin filmin dengesini koruyan Russel karakteri seyirciyi doyurmaya yetti de arttı bile.

Filmin en tuhaf ve işin aslı, en düşündüren sahnesi ise Hoffa ve Russel arasında geçen diyalogdu.  Hoffa’yı sendika işinden uzaklaştırmaya uğraşan Russel, “Paraya ihtiyacın olduğunu düşünmüyorum.” diyerek Hoffa’nın bu keçi inadını sorguluyordu. Hoffa ise “O sendika benim!” cevabıyla bu kritiğin başında sorduğum, filmin başından sonuna kadar düşündüğüm soruya cevap vermiş oldu. Hayatımızın içine eden ve bizi Hoffa gibi çokça hataya sürükleyen, kör eden erkeklik egosu, dediğim dedik olmaktı tüm bu savaşın sebebi.

The Irishman için olumsuz tek eleştirim ise ana karakterlerin gençlik hâllerini de yine kendilerinin oynamalarıydı. Bahsettiğimiz yozlaşmış karakter Frank, kızına sevgisini gösteremeyince, onu azarladığı için fırıncıyı tekmeleyerek durumu kendince telafi etmeye çalıştı. Zaten baba-kızın arasındaki kırılma noktası bu oldu diyebiliriz. O sahnede De Niro‘yu bacağını takatsizce sallarken gördüğümde, bu büyük ustaların bu denli yaşlanmalarına üzüldüm fakat bize son bir şaheser ve belki dahasını bırakarak gideceklerini bilmek beni çok mutlu etti. Scorsese, gayet bilerek ve isteyerek De Niro’ya kariyerini, Al Pacino’ya karakterini, Pesci’ye ise aktörlüğünü sorgulattı. Bize geriye kalan ise bir ömür boyu fırında ısıtıp önümüze koyabileceğimiz bir başyapıt ve lezzet oldu.

Filmin seyirciler tarafından en çok eleştirilen kısmı ise sinemada vizyona girmemesiydi. Daha birkaç ay önce Marvel, DC gibi şirketlerin ürettiği süper kahraman filmlerine, “Bunun tam olarak sinema olduğunu düşünmüyorum.” diyerek inceden laf dokunduran Scorsese, filmin haklarını Netflix’e satmasıyla adeta eleştirilerin odağı oldu. Lakin bunun sebebini ise, sinema sektöründeki en büyük şirketlerle defalarca görüştüğünü ve hiçbiriyle anlaşamadığını, filmini maliyet ve süre açısından bir risk olarak görüp üstlenmemeleri olarak açıkladı.

Tablo 1: Toplam İleti Sayısı

The Irishman hakkında yayınlandığı günden bu yana toplam 113 bin 561 ileti paylaşıldığını görüyoruz. Pek çok seyirci tarafından çok uzun ve durağan bulunduğunu yazılmış. Bana kalırsa, bu üç saatlik filmin hazmedilebilmesi ve flashbacklerin anlaşılabilmesi için, izleyenin film boyunca ufak molalar haricinde ekran başından kalkmaması gerekiyor. Seyircinin azımsanamayacak kadar büyük bir kesiminin beğenmemesinin nedenini, tıpkı bu yıl vizyona giren ve benzer eleştirilere maruz kalan Once Upon a Time in Hollywood’da olduğu gibi, yönetmenin sinematolojisini ve film jargonunu bilmeden bir filmini ilk kez izlemek olduğunu düşünüyorum.

Tablo 2: Duygu Analizi Dağılımı

Tablo 3: Kelime Bulutu

Kelime bulutuna baktığımızda, “theirishman, scorsese, pesci, pacino” kelimelerinin öne çıktığını görüyoruz. Hiç şüphe yok ki bu kadar büyük ustayı bir araya getirmek için verilen emek ve maliyet, yaşları itibariyle eskisi kadar sahnede olmayan Pesci ve Pacino’nun konuşulmasına, bir kez daha seyirciyi kendilerine hayran bırakmasına sebebiyet verdi ki amaç da buydu. En çok konuşulan bir diğer isim Scorsese, bu işin meyvesini şimdiden almış gibi.

Tablo 4: Konu tekerleği

Konu tekerleğinde ise en çok The Irishman filmi önümüze çıkıyor. Pek tabii filmin yıldızlar karması oluşu ve hepsinin de beklenenin üzerinde performans vermesi nedeniyle seyircinin bir ustayı diğerinden ayıramadığını, bu sebeple filmi bütünüyle ele aldığını düşünüyorum.

Tablo 5: Potansiyel Etkileşim

The Irishman, Twitter’da 1 milyar 426 milyon 80 bin 544 gibi muazzam bir potansiyel etkileşimi beraberinde getirmiş.

Tablo 6: Twitter | Top Hashtag

Tablo 7: Twitter | Top Mention

Tabloda gördüğümüz üzere, film hakkında en çok “theirishman” ve “netflix” hashtagleriyle kullanılarak, @theirishmanfilm ve @netflix hesaplarına mention atılmış. Büyük ustaların sosyal medyayı neredeyse hiç kullanmaması bu duruma bir etken olabilir.

Tablo 8: Cinsiyet Dağılımı

Film hakkında en çok erkek kullanıcılar yorum yapmış. Bunun sebebi kritiğimde bahsettiğim yozlaşmış adamlar, silah ve aksiyon, Goodfellas gibi mafya filmi kültürünün seyircisi; biri veya hepsi olabilir. 🙂

Tablo 9: Coğrafi Dağılım

Film hakkında en çok paylaşım yapan illerin başında İstanbul, ardından Ankara’nın geldiğini görüyoruz. Lakin ülkenin her yanından ilgi görmesi, sinema açısından sevindirici.

Son olarak söylemek isterim ki kısık ateşte, kendi yağında özenle pişen bu film, ben ve mafya kültürünün takipçisi sinemaseverler için uzun yıllar unutulmayacak, tekrar tekrar izlenilecek bir film. Film, National Board of Review’ün ardından New York Film Eleştirmenleri Birliği tarafından da yılın en iyi filmi seçildi. Aynı zamanda usta aktör Joe Pesci’ye de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü’nü getirdi.

Bu yıl sinema açısından bereketli ve doyurucu oldu. Birbirinden güzel filmlere ve yıllar ilerledikçe bir klasiğe dönüşecek yapımlara, başta The Irishman olmak üzere, hepsine hayranlıklarımı sunuyor, yarıştıkları her kategoride bol şans diliyorum.

Sinemasız bir hayat düşünemeyenlere, filmlerde yaşayanlara.

Yazan: Burak Abay | [email protected]

 


İLGİLİ İÇERİKLER

YORUMLAR BU YAZI İÇİN KAPALIDIR